Pendik'in İlk Kadın Kaymakamı Dr. Hülya Kaya ile Kadın ve Liderlik Üzerine Söyleşi Gerçekleştirdik
Meslek hayatına başladığı 1999 yılından günümüze kadar birçok kamu kuruluşunda görev yapan Dr. Hülya Kaya, T.C. İçişleri Bakanlığı tarafından yapılan yeni atamalarla birlikte, 2020 yılı Temmuz ayı itibariyle Pendik ilçesinin ilk kadın kaymakamı olarak atandı. Kaymakamlık mesleğininin yanında akademik çalışmalar da yürüten Hülya Kaya, ekibi ile birlikte işine, toplumuna ve çevresine farklılık getirecek çalışmalar yürütmenin yanı sıra kadınların iş gücüne katılımı açısından da diğer kadınlara örnek olmaya devam ediyor.
Birleşmiş Milletler Kadın Birimi (UN Women) tarafından, “Karanlığı Aydınlat” sloganıyla başlatılan ve WALD olarak destek olduğumuz 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı 16 Günlük Aktivizm Kampanyası kapsamında bir araya gelme fırsatı bulduğumuz Pendik Kaymakamı Sayın Dr. Hülya Kaya, sorularımızı içtenlikle yanıtladı.
- Kamuda yaklaşık 20 yıldır farklı görevlerde yöneticilik yapmış bir kadın olarak, bu süreçte edindiğiniz tecrübelerinizi ve gözlemlerinizi paylaşmanızı istirham ediyoruz?
Sizlerle 20 yıllık kamu bürokrasisinde ki tecrübelerimi paylaşırken, kendi hayatım üzerinden şu sorulara da cevap vermeye çalışacağım; Güçlü kadın kimdir? Güçlü kadın olmak toplumda kabul görmüş format olan, ‘erkek gibi olmak’tan mı geçiyor? Kadın yöneticilerin sayıca az olma sebebi nedir? Kadının farklı kimlikleri birarada taşıması mümkün mü? Kadının hem anne, hem eş, hem de kariyer sahibi olması bir çatışma yaratıyor mu yoksa bu farklı roller, iş dünyasındaki kadına pozitif bir avantaj mı sağlıyor? Neden hala bazı rollerde kadın sayısı azınlıkta? Sistemsel olarak kadının güçlü bir konuma gelmesindeki engeller neler? Bu engellerin aşılmasında, biz kadınlar nasıl bir mücadele vermeliyiz?
1999 yılında Kaymakamlık sınavını kazandım ve kaymakam adayı olarak İçişleri Bakanlığı’nda göreve başladım. Mesleğe girdiğim o dönemde, Türkiye’de sadece 6 kadın kaymakam vardı. Sınava girdiğim dönemde 60 kişilik kazananlar listesinde, benimle birlikte sadece üç kadın arkadaşım sınavı kazandık. Hatta sınav komisyonumda olan Personel Genel Müdürümüz yıllar sonra benimle şu hatırasını paylaşmıştı: ‘Biz o dönemde kafamızda kararımızı vermiştik. Sadece iki kadın kaymakam alımı yapacaktık. Ancak sen sınavda bize öyle bir cevap verdin ki, hiç birimizin eli, seni elemeye varmadı ve kontenjanı seninle birlikte 3’e çıkardık’. Ben tabii o sınav stresi altında, yıllar önce ne söylediğimi unuttum gitti. Sordum, ne sordunuz, ben nasıl bir cevap verdim diye? Onlar da “senin bizim sorumuza verdiğin şu cevabı hiç unutmuyoruz” dediler;
Biz sınav komisyonu olarak, “Kaymakamlık çok zor bir meslektir kadınlar için. Hele hele ki siz evlisiniz, çocuğunuz var ve eşiniz akademisyen. Biz sizlerin tayinlerinde eş durumunu dikkate almıyoruz. Bu durumda aile birlikteliğini nasıl sağlayacaksınız. Ayrıca kaymakamlık, gerektiğinde 24 saat mesai gerektiren zor bir görev, anne olarak gece gündüz demeden bu görevi nasıl yürüteceksiniz?” diye sorduk ve siz kendinizden çok emin bir şekilde “Ben bu mesleği yapmak istiyorum. Tüm şartlarını kabul ediyorum. Tayin durumunda, eşim bana uyacak” diye cevap vermiştiniz. Sizin bu cevabınız ve mesleği yapmaktaki kararlılığınız sınav komisyonunu son derece etkiledi ve sizi de kazananlar listesine ekledik. O günden bugüne sözünüzü tuttunuz mu ve mesleğe devam ediyor musunuz diye size takip ediyorum ve görüyorum ki kararlılığınızdan hiçbir şey kaybetmemişsiniz ve mesleğinize devam ediyorsunuz. Sınav komisyonumda yer alan bu değerli büyüğümün bu paylaşımı beni çok mutlu etti ve azmimi perçinlemiş oldu.
Bunları neden anlatıyorum: Birincisi, kadın olarak kaymakamlık sınavına girdiğinizde, erkeklere göre şansınız çok daha az. Çünkü aradan yirmi yıl gibi bir zaman geçmesine rağmen, kaymakamlık mesleğindeki kadın meslektaşlarımın sayısı maalesef alınan erkek sayısının yüzde 10’una bile ulaşmadı. Bu durum, mesleğin hala erkek işi olarak görülmesinden mi kaynaklanıyor yoksa kadınların bu önemli mesleği zor olduğunu düşünerek tercih etmemesinden mi kaynaklanıyor? Şu an aktif olarak çalışan kadın meslektaşlarıma baktığımda, kadın kaymakamların çok başarılı çalışmalar yürüttüğünü görüyorum. Hatta bazı kadın meslektaşlarım yürüttükleri projelerden dolayı ödüller alıyorlar. Vatandaş memnuniyeti noktasından bakarsak, vatandaşın çok memnun olduğunu, ilçede yaşayan kadınların daha rahat kaymakama ulaşarak dertlerini anlattıklarına şahidim. O zaman sorun nedir ki, kadın kaymakam sayısı yıllar geçmesine rağmen erkek kaymakam sayısına ulaşamıyor. Ya da daha genel soracak olursam, neden bürokraside yeterince yönetici seviyesinde kadın bulunmuyor? Bu kadınların kişisel kararı mı yoksa toplumun kararı mı?
Ben bu soruya Mary Beard’in Kadın ve Güç kitabındaki bir açıklamasına atıfta bulunarak cevap vermek istiyorum. Mary Beard’e göre günümüz dünyasında kadınlar, her ne kadar elli yıl öncesine göre güçlü pozisyonlara gelebilmekteyse de maalesef bu sayısal olarak çok azınlıkta kalmakta. Toplumsal olarak gücü erkek ile (maskulenite) özdeşleştirmişiz. Mesela gözlerimizi kapayıp, bir devlet başkanını hayal ettiğimizde, bir erkek devlet başkanı hemen gözümüzde canlanır, kadın olsak bile. Bu, sosyo-kültürel olarak güçlü kadının nasıl göründüğüne dair kafamızda bir imajın olmamasından kaynaklanıyor. Yıllar yılı, hep kadının güçlü olması için erkek gibi giyinmesi, erkek gibi davranması gerekti. Mesela, Merkel ve Hillary Clinton’ın pantolon giymeleri bilinçli bir tercih olarak görülebilir. Her ikisi de, devlet başkanlarının eşlerinin düştüğü duruma düşmemek için, kıyafetleri ile dikkat çekmemek için, sade pantolon ve ceket kombinlerini tercih ederek kadınsı görünüşlerini erkekleştirmekte ve güç dengesinde kendisine yer edinmeye çalışmaktadır. İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher, demir lady ünvanı ile erkeklerden daha dirayetli ve sert olunabileceğini kanıtlamaya çalıştı. Elizabeth I da Tilborn savaşında ordusuna seslendiğinde bu durumun farkında olduğunu şu sözleri ile ispatlamıştır: Ben zayıf ve çelimsiz bir kadının vücuduna sahip olabilirim, ancak bir kralın kalbi ve yüreğine sahibim. (I may have the body of a weak and feeble women, but I have the heart and stomach of a king).
Mary Beard, mevcut güç dengesinin kadını dışlamasına çözüm olarak şunu sunmaktadır: Kadınların bu güç kavramını maskulenite dediğimiz şu anki erkeklerle özdeşleşen güçten ayırarak, kendilerini bulmaları gerekmektedir. Güçlü kadın modellerinin erkek ile özdeşleşmiş gücün dışında, kendilerindeki farklılıkları ortaya koyarak, gücün yeniden yorumlanmasına katkı sunması gerekmektedir. Mesela, çok güncel olduğu için bahsetmeden geçemeyeceğim, Yeni Zellanda Başbakanı, Jacinda Ardern, tam da Mary Beard’in tarif ettiği şekilde, bir anne, bir yönetici ve bir eş olarak bu kimliklerin kendisine katmış olduğu değerleri bir potada eriterek çok travmatik bir süreçte insanların duygularına hitap ederek nefret dilini yok etti ve mücadeleyi farklı bir alana çekti.
Bu anlattıklarımı destekleyecek bir anımı sizlerle paylaşmak istiyorum. Üç yıllık staj aşamasından sonra 2002 yılında asaleten kaymakam olarak atamam gerçekleşti. Aksaray’ın bir ilçesinde çalışmaya başladım. İlin valisini ziyaret etmek ve emir ve talimatlarını almak üzere valiliğe gittim. Ben tabii mesleğe yeni atanmanın verdiği heyecan ve coşku ile gittiğim tanışma ziyaretinde, hiç beklemediğim bir tepki ile karşılaştım. Sayın vali beni görünce çok şaşırdı. Neden bu mesleği seçtiğimi sordu. Kadın kaymakam ile hiç çalışmadığını ve çalışmakta istemediğini çok da nezaket içermeyen bir şekilde dile getirdi. Tabii bu ilk şoku atlattıktan sonra, ben bu mesleği çok yapmak istediğimi, çok fedakarlıklar yaparak bu meslek için kendimi yetiştirdiğimi ve vatanıma ve milletime faydalı olmak istediğimi ifade ettim. Bunun üzerine, Vali bey İçişleri Bakanlığına durumu yazacağını ve yer değişikliği talep edeceğini söyledi. İlk atandığım yerde, benim üstüm olan yöneticimden bu tavrı hiç beklemiyordum. Ancak, bu beni çok üzse de, bu tür zorluklar beni sevdiğim mesleği yapmaktan kesinlikle alıkoymadı. Sonuç olarak Vali, bir kadının kaymakam olarak atanmasını, o zamana kadar hep erkekler ile özdeşleşen makamına ve gücüne belki de bir tehdit olarak algılamış ve benim ile çalışmayı reddetmişti. Bu tavrı benim şahsıma karşı değildi, bilakis valinin aldığı eğitim ve yetiştiriliş tarzı, bir kadın kaymakam ile çalışmasını zorlaştırıyordu. Tabii o dönemde, şimdi sahip olduğum, ne olgunluk, ne de olayı yorumlayacak akademik bakışa sahiptim. Sadece iç güdülerime güvenerek, şunu söyledim kendime: Sen sabret, çalış ve gerisini Allah’a bırak. Ailemden aldığım moral ve motivasonla, bu demoralizasyonun kısa zamanda üstesinden geldim ve ilçede çalışmaya başladım. Ancak sorun şu ki, ilçe halkı da bir kadın kaymakam ile çalışmaya alışkın değildi. Bir hafta geçmesine rağmen devlet erkanından hiç kimse ziyaretime gelmedi. Vatandaş da gelmiyordu. Bir garipliktir gidiyordu. İşe gidip gelirken herkes, meraklı gözlerle beni süzüyor ama selam bile vermiyordu. İkinci hafta tek tük kadınlar gelmeye başladı. İkinci hafta, bu direnci kırmak için, madem onlar buraya gelmiyor, ben onlara gideceğim dedim. İlçedeki tüm kurumları, kahvehaneleri, okulları ve hastaneyi kurum müdürlerini de yanıma alarak ziyaret etmeye başladım. Bu ziyaretlerden sonra, ilk şoku kırdığımı düşünüyorum. Sonrasında ise sivil toplum kuruluşları, okul aile birlikleri ve kadınlarla yaptığımız projeler ile ilçede eğitimde, sağlıkta ve sosyal konularda güzel sonuçlar almaya başladık. Tabii benimle çalışmak istemeyen sayın vali de, yaptığımız çalışmaları yerinde görmek üzere ilçemize teşrif etti ve herkesin önünde yaptığım çalışmalardan dolayı bana teşekkür etti. Bu ve benzeri zorlukları meslek hayatımda zaman zaman hep yaşadım. Bürokraside kadın yönetici olmak zordur. Ancak, bu zorluklar benim çalışma azmimi hiç kırmadı.
- Bürokraside kadın bir yönetici olarak nasıl bir fark yarattığınızı düşünüyorsunuz?
Meslek hayatımda Türkiye’nin çok farklı ilçelerinde, kaymakam ve vali yardımcısı olarak çalıştım. Bu çalıştığım bölgelerde kadınların da karar alma süreçlerine katılması yönünde özel itina gösterdim. Kamu yönetiminde bir kadın olarak, erkek meslektaşlarımdan farklı olarak, kadını güçlendirecek tüm projelerin içerisinde yer almaya çalışıyorum. Daha önce de ifade ettiğim üzere, güç her ne kadar erkek ile eşleştirilmiş olsa da, biz kadınlar, farklı kimliklerin bize getirmiş olduğu zenginlik ve farklılığı, toplumumuzun hizmetine sunarak, gücümüzü farklı bir şekilde kullanabiliriz.
Doğu illerinde çalıştığım sürede, kız çocuklarının okullaşması ve yüksek öğrenime devam etmeleri noktasında, ailelerin büyüklerinin ikna edilmesi için özel gayret sarfettim. Bu sayede, çalıştığım ilçelerde, kız çocuklarının okullaşma oranlarının yüzde yüz olmasını sağladım. Mikro kredi projesi kapsamında, sosyo-ekonomik yoksunluk içerisindeki kadınlara verdiğimiz küçük krediler ile iş kurmalarını, kendi ayaklarının üzerinde durmalarını ve aile ekonomilerini desteklemelerini teşvik ettim. Bu çalışmalar sonucunda, hiç unutmuyorum, kredi verdiğimiz bir kadın, bana gelip, gözyaşları içerisinde teşekkür etmişti. Verilen küçük kredi ile otellerin kuru temizleme ve ütü işini alan kadın, “hayatımda ilk defa çocuğuma okul harçlığı vermiş olmanın heyecanı ve mutluluğunu yaşıyorum” dedi. Çocuğuna okul harçlığı verebilmek bizim için çok küçük bir şey olabilir, kırsal kesimde, ekonomik özgürlüğü olmayan ve çalışma imkanı bulamayan bir kadın için çok büyük bir adımdı.
Pendik Kaymakamı olmadan önce İstanbu’da vali yardımcısı olarak yaklaşık üç yıl çalıştım. İstanbul’da Vali Yardımcısı olarak çalıştığım dönemde Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın tüm iş ve işlemlerini yürüttüm. Bu görevi yaptığım süre içerisinde erkek meslektaşlarımdan farklı olarak ne yapabilirim diye düşünmeye başladım. Önce hem şiddet mağduru hem de ekonomik yoksunluk içerisinde yaşayan kadınları hedef alan bir proje çalışması yaptık. Şiddet mağduru kadınlarımıza kadın sığınma evinde iken meslek edindirme kursları, sığınma evinden ayrıldığında insanca bir yaşam standardına kavuşabilmeleri için kira yardımı, eşya yardımı yaptık, onlara iş bulma noktasında destek olarak, hayata çocuklarıyla birlikte daha sağlıklı bir şekilde devam edebilmeleri için yardımcı olmaya başladık. Diğer dikkat çeken bir projemiz de, sokakta dilencilik yaptırılan çocukların kendi akranlarıyla birlikte okula devamlarını sağladık, bunun için de aileyi ekonomik noktasında Savcılık ile çok yakın bir işbirliği geliştirdik. Şu an Pendik ilçesinde yaklaşık dört aydır Kaymakam olarak çalışıyorum. Pendikte kadınların girişimciliklerinin teşvik edilmesi ve iş kurmalarını kolaylaştımak için bir dizi çalışma içerisindeyiz. Son derece heyecanlıyızolarak destekledik ve çocuğunu okula göndermesi noktasında ikna etmeye çalıştık. Dilenciliği bir meslek haline getirmiş ailelerin de ceza soruşturmalarının yapılması.
Geçmişte tecrübe ettiğim çoğu örnek de gösteriyor ki kadının karar alma mekanizmasında yer alması çok büyük farklar yaratıyor. Bunun bizzat canlı şahidiyim. Kadın ile erkeğin yönetim anlayışı ve olayları algılayışı çok farklı. Kadının olmadığı bir kamu yönetiminde çoğu hayati önemdeki detayın gözden kaçırılması çok muhtemel. Kadının kamu yönetiminde yönetici olarak yer alması hem toplumsal adaletin tesisi, yani kadın ve erkeğin fırsat eşitliğinden eşit olarak yararlanması hem de kamu kaynaklarının harcanmasında kadınında erkek kadar karar alma sürecine katkıda bulunması hayati öneme sahiptir.
- Kaymakamlık mesleğininin yanında akademik çalışmalar da yürütüyorsunuz, özellikle mülteci hukuku alanında yurt dışında yayınlanmış bir kitabınız var. Bu konuda tecrübeniz ve proje çıktıları hakkında bilgi verebilir misiniz?
Kaymakamlıkta geçirmiş olduğum zaman bana çok şey öğretti. Onu hiç yadsıyamam. Ancak 40 yaşında başladığım doktora çalışması da bu mesleki tecrübenin üzerine, farklı bir yetkinlik kazanmamı sağladı. Doktora çalışması, hele hele yurt dışında yapılacaksa, çok zor ve stresli bir süreç. Benim durmak bilmeyen öğrenme ve kendimi geliştirme sevdam, İçişleri Bakanlığının yurt dışına doktora yapmak üzere kaymakamlar göndereceğini ilan etmesi ile daha da bir alevlendi. Eşim akademisyen olduğu ve beni mesleki hayatım boyunca hep desteklediği için, hemen başvuru yapmam konusunda beni teşvik etti. Şunu da söylemeden edemeyeceğim, akademide edindiğim bakış açısı bürokraside de çok işime yarıyor. Gördüğüm problemler ile ilgili yazmaya ve çözüm önerileri sunmaya devam ediyorum.
Doktora çalışmamı İngiltere’nin Sussex Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde 2015-2018 yılları arasında yaptım. O dönemde hepimizin hafızalarına kazınan bir fotoğraf benim tez konumu belirlememde büyük rol oynadı. Suriye iç savaşının çıktığı 2015 Eylül‘ünde, henüz üç yaşında olan Suriyeli bir çocuk, Türkiye’den Avrupa’ya geçmeye çalışırken annesi, kardeşleri ve beraberindeki 12 kişi ile birlikte boğularak ölmüş ve Alan Kürdi’nin cansız bedeni Ege kıyılarına vurmuştu. Alan Kürdi, küçücük bedeni, kırmızı tişörtü, mavi şortu ve spor ayakkabısı ile günlerce konuşuldu ve insanlığımızın sorgulandığı derin tartışmaları ateşledi. Küçük Alan Kürdinin cansız bedeni Suriye’de yaşanan trajedinin sembolü haline geldi ve sosyal medyada #benimçocuğumolabilirdi hastagi ile günlerce trend topic oldu. Bu olay Batı ülkelerinin uluslarararası insani yardım konusundaki duyarsızlıklarına dikkat çekti ve birçok soruyu da beraberinde gündeme getirdi. Alan Kürdi gibi savaştan kaçıp güvenli bir liman arayan milyonlarca çocuk ve ailelere karşı ulus devletlerin, özellikle de gelişmiş batılı devletlerin sorumlulukları nelerdir? İnsani sorumluluklarını yerine getirmeye çalışan ulus devletler, kendi vatandaşının geleceğini belirleme hakkı ile ulusal güvenliği koruma noktasında nasıl bir denge kuracaklardır?
Alan Kürdi’nin ölümünden bir kaç gün sonra Avrupa devlet başkanları ile Hükümetimiz arasında Suriye mülteci krizinin çözümü noktasında görüşmeler başladı. Görüşmeler daha fazla mülteci çocuğun ölmemesi için mülteci sorununa insani bir çözüm bulunacağı vaadi ile başladı. Bu görüşmeler neticesinde Türkiye ile Avrupa devlet başkanları arasında 18 Mart 2016 yılında Mülteci Mutabakatı imzalandı. Tam da doktora tez konumu belirleyeceğim bu aşamada devam eden tartışmalar fazlasıyla ilgimi çekti ve çok güncel bir konu olan Avrupa Birliği ile Türkiye arasında imzalanan Mülteci Mutabakatı ve bunun mülteciler üzerindeki etkilerini insan hakları çerçevesinde incelemeye karar verdim. Doktora çalışmamı 3 yıl yoğun çalışmadan sonra tamamlayıp Türkiye’ye döndüm. Tezim çok güncel bir konu olduğu için yayınevlerinin fazlası ile dikkatini çekti ve İngiltere’de Edwards Elgars yayınevinde kitap olarak basıldı.
Tezimde Avrupa ile Türkiye arasında imzalanmış olan Mutabakatı eleştirel bir bakış açısı ile inceleyerek, bu Mutabakatın mültecilerin en temel hakkı olan iltica hakkını ve geri gönderilmeme prensibini ihlal edip etmediğini hem literatür taraması hem de saha araştırması ile analiz etmeye çalıştım. Literatür taramasında hem birincil kaynaklar olan mahkeme kararları, insan hakları örgütlerinin raporlarını hem de ikincil kaynaklar olan makale ve kitaplardan yararlandım. Tezimin saha çalışmasında ise uygulamada ortaya çıkan problemleri sosyo-hukuk araştırma tekniklerini kullanarak tanımlamaya çalıştım.
Tezimdeki Arendt’in siyaset teorisinden istifade ettim. Arendt sisyaset felsefesinde çok derin iz bırakmış bir kadın düşünür. Arendt Almanya’da doğmuş Yahudi kökenli bir ailenin çocuğu olarak, Almanya’dan Hitlerin zalimliğinden kaçarak hayatını kurtarmış, 18 yıl boyunca Amerika’da hiçbir ülkenin vatandaşlığını kazanamadan bir mülteci olarak yaşamıştır. Bu süreçte bir mülteci olmanın zorluğunu hayatında bizzat tecrübe eden birisi olarak, “Totalitarizm” kitabında ve “Biz Mülteciyiz” makalesinde, uluslararası insan haklarının aslında hiçbir zaman gerçekte var olmadığını; yani insanın insan olmasından dolayı sahip olduğu iddia edilen hakların ancak bir ülkenin vatandaşı olduğunda aktif olarak kullanılabildiğini, vatansızların ve mültecilerin ise bu doğal insan haklarına hiçbir şekilde sahip olamadığını eleştirel bir şekilde ortaya koymuştur. Arendt kitabında iki çelişkili durumu işaret etmektedir; birincisi, mülteci veya vatansız statüsü modern ulus devlet sisteminin kazaen oluşturduğu bir anomali olmayıp, aksine ulus devlet sisteminin kapsayıcılığı yüzünden ortaya çıkmaktadır. Günümüzde hiçbir yer yok ki herhangi bir ülke hakimiyetinde olmasın. İkincisi ise her ne kadar mültecilerin ana çıkış sebebini ulus devletler ve onların politikası oluştursa da sonuç olarak uluslararası hukuk hala ulus devletlerin hakimiyeti prensibini kabul etmektedir. Yani ulus devletler sınırları içerisine giren mültecilere vatandaşlık verip vermemekte veya temel insan haklarına ulaşıp ulaşmamalarında tüm insiyatifi elinde bulundurmaktadır. Arendt’in de çok güzel bir şekilde ifade ettiği gibi, ulus devlet sistemi mülteci sorununu bizzat ortaya çıkaran bir sistem olmasına rağmen, mevcut uluslarası hukuk sistemi mülteci sorununun ulus devletler tarafından çözülmesini beklemektedir.
Yapmış olduğum saha çalışmasında da gördüğüm üzere Türkiye mülteci dostu bir ülke olarak, Avrupa’nın yapmadığı şeyi yaparak, 4,5 milyon mülteciyi ülkesine kabul etmiş, geçici koruma statüsü vererek hukuki durumlarını netleştirmiş oldu. Ayrıca sağlık hizmetlerinden ücretsiz ve kesintisiz yararlandırılması için gerekli kanuni düzenlemeler yapılmıştır. Eğitimde ise yabancı uyruklu ve geçici koruma veya ikincil koruma altında ki eğitim yaşındaki çocukların eğtimlerine ücretsiz devlet okullarına devamları noktasında her türlü tedbir alınmış ve üniversite eğitimlerine devamları konusunda teşvik edilmiştir. Yabancıların istihdama katkısı konusunda da ciddi bir yol alınmıştır. Yapılan en son düzenleme ile herhangi bir izin şartına bağlanmaksızın geçici koruma statüsü sahiplerinin ikamet izinlerini aldıktan altı ay sonra resmi olarak çalışma hakkına ulaşıyorlar. Türkiye’nin mevcut yaklaşımı geçici koruma statüsünde veya insani koruma statüsü elde eden yabancıların sosyal hayata uyumunda çok büyük rol oynamaktadır.
- Kadınların hem kamuda hem de özel sektörde daha üst düzey görevlere, yönetici konumuna gelebilmesi için ne tavsiye edersiniz?
Konuşmamın başından beri anlattığım üzere, kadınların yönetici olarak çalışması birtakım zorluklar getiriyor. Özellikle kamu kesiminde belli mesleklerde kadınların yönetici rolünde bulunması şimdiye kadar oluşmuş yönetim geleneğine ters düşmektedir. Ancak şu da yavaş yavaş kabul görüyor ki, kadınların mutlaka karar alma mercilerinde bulunması gerekiyor. Türkiye’de kadın yöneticilerin sayısının artmasında biz kadınların çok büyük sorumlulukları var. Kadınlar olarak biz ne yapmalıyız ki geleceğin Türkiye’sinde daha çok kadın mesleklerinde en üst noktalara gelebilsin?
Birincisi, Facebook CEOsu Sherly Sandberg’in de ifade ettiği gibi, “vazgeçmeyin” diyorum. Her zaman ifade ettiğim gibi, biz kadınların tüm zorluklara rağmen çalışmalarına devam etmesi gerekiyor. Bazı kadın arkadaşlarım evlendiklerinde veya çocuk sahibi olduklarında, kanunen kendilerine sunulan izin imkanlarından yararlanıp, kariyerlerine devam etmek yerine, toptancı bir yaklaşım sergileyip, tamamen kariyer yaşamlarını bitiriyorlar. Mesela, zaman zaman şahit olduğum bir durum: Kadın nişanlandığında, evlenir evlenmez işimi bırakacağım diyor. Bu bakış açısı, kadının işinde yükselmesinin önünde büyük bir engel olarak duruyor. Kadın psikolojik olarak nişanlanır nişanlanmaz, tüm kariyer planlamasını, yükselme hedeflerini bitiriyor veya yeni görevler ve sorumluluklar almayarak, yarışın dışında kalıyor. Tavsiyem, ayağınızı gaz pedalından çekmeyin. İşinizden ayrılacağınız son güne kadar yapabileceğinizin en iyisini yapın. Zamanı geldiğinde, işten ayrılıp ayrılmayacağınıza siz kendiniz karar verin.
İkinciside, kadınlar, kendilerinin yapabileceklerini sistematik olarak devamlı azımsıyor. Erkekler başarılarından dolayı hep kendilerine pay çıkartırken, kadınlar hep dış faktörlerin başarılarına katıkıda bulunduğunu ifade ediyorlar. Yapılan araştırmalar göstermektedir ki, yöneticilik konusuna gelince, erkekler kendilerine çok güvenselerde, kadınlar yöneticilikte daha yetkinler. Sandberg, kadınlara masaya oturmasını ve kendilerine güvenmesini tavsiye ediyor. Kendi başarısının farkında olmayan hiç kimse terfi edemez. Kadınların da erkekler gibi kendine güvenmesi ve kendi başarısını pazarlamayı öğrenmesi gerekiyor.
Üçüncüsü ise, eşinizin gerçek bir partner olmasına dikkat edin. Kadınlar, evde erkeklerin yaptığının iki katı ev işi, erkeklerin üç katı çocuk bakma işini üstleniyorlar. Hayattta size hep destek olacak, her konuda sorumluluklarınızı paylaşacak gerçek bir eş seçimi kariyer yolculuğunuzda şansınızı ikiye katlayacaktır.
Sözlerime burada son verirken, son olarak şunu söylemek istiyorum:
‘Dünyayı kadınlar değiştirecek! Yeter ki önce biz kendimize inanalım.’
Hepinize hayat boyu başarılar diliyorum. Allah’a emanet olun!
Kariyer hayatını başarılı bir şekilde devam ettiren Dr. Hülya Kaya, bir yandan da akademik çalışmalarını sürdürerek tüm kadınlara örnek teşkil etmekte ve kendisinin “The EU-Turkey Statement on Refugees: Assessing Its Impact on Fundamental Rights” adlı bir yayını bulunmaktadır. Yayın ile ilgili detaylara buradan ulaşabilirsiniz.